
Bir buçuk yıl önce, oturduğumuz mahalledeki tapınakta Japonların Bonodori (盆踊り) dedikleri törene katıldık. Kelime olarak Tepsi Dansı anlamına gelen bu küçük festival ülke genelinde her mahallede her sene düzenlenir. Geleneksel müzikler eşliğinde katılımcılar daire şeklinde sıra olup küçük adımlarla yürüyerek dans ederler. Artık hayatta olmayan atalarını anmak ve onurlandırmak yaptıkları bir danstır bu.
Festivalde çeşitli etkinlikler düzenlenir. Bunlardan biri de içinde Japon balıklarının (kingyou 金魚) bulunduğu küçük bir küvette balık yakalama oyunudur. Kağıttan yapılma küçük bir fileyle yakalayabildiğiniz kadar balığı küçük bir kaba alırsınız. Suyu yavaş yavaş emen kağıt nihayet parçalanınca süre bitmiş olur ve yakaladığınız balıklar sizin olur. İşte bu oyunu oğlum Eren büyük bir hevesle oynamak istedi. Ücretini ödeyip bir file aldım. Ancak hızlı hızlı suya daldırınca bir tane bile balık yakalayamadan file paramparça oldu. Mahalleden komşumuz olan oyun görevlisi her çocuğa yaptığı gibi Eren'e de torpil geçti ve elindeki gerçek fileyi çorbaya kepçe daldırır gibi daldırıp birkaç balık çıkardı. İçine su doldurduğu torbaya koyup Eren'e verdi. Bu sayede tam yedi tane Japon balığımız oluverdi.
Eğlence bitince balıklarla birlikte eve döndük. Balıkları geçici olarak kovaya koyduk. Balıklardan biri hemen ertesi gün, diğer biri de birkaç gün sonra öldü. Kalan beş balıktan ikisi bir iki hafta yaşayabildi. Aldığım akvaryumda kala kala üç balık kaldı ve o üçü de epey bir badire atlattı. İlk haftalarda renkleri yavaş yavaş siyaha döndü. Doğal renkleri olan turuncu tonlardan eser kalmadı. Balıklardan biri işte bu siyah haldeyken öldü. Diğer ikisinin renkleri yavaş yavaş eski doğal hallerine kavuştu ve bu ikisi aylarca evimizin birer üyeleri oldular. Geçtiğimiz günlerde bu iki üyeden iri olanı hastalandı. Üzerinde beliren lekeler yüzgeçlerini ve kuyruğunu eritmeye başladı. Nihayet yüzemez duruma geldi ve dibe çöktü. Bir süre sonra o da öldü.
Şimdi bir yılı aşkın süredir bizimle olan tek balığımız kaldı akvaryumda. Bu akşam yem verdikten sonra fark ettim ki onun da kuyruğunda lekeler belirmiş. İçimden eyvah diye geçirdim. Birlikte olduğu son arkadaşıyla aynı kaderi paylaşacağından endişe ettim. Eşime durumu söyleyip şöyle dedim: "Diğeri ile aynı hastalığa yakalanmış gibi görünüyor. Sanırım bu da ölecek."
Eşim şöyle cevap verdi: "Öyle söyleme. Öyle dersen olur. Sözlerin de ruhu var."
Son cümlesi çok hoşuma gitti. Eşim bu sözü söylerken bir lafı şu kadar söylersen olur söylemindeki anlama yakın bir anlamda söylemişti. Veya bana şom ağızlılık etmememi kendi sözleriyle söylemeye çalışmıştı. Hiçbir batıl inanca sahip olmadığım için cümlenin bu anlamı üzerinde durmadım bile. Söz tek başına o kadar güzel bir tınısı vardı ki olumsuz anlamlar yüklemek kesinlikle haksızlık olurdu.
Sözlerin ruhu var.
Okuduğumuz her kitapta bizi etkileyen sözler var. İzlediğimiz bir filmde duyduğumuz sözlerin üzerimizde etkileri var. Annemizin çocukken verdiği nasihatlerin, öğretmenimizin azarının bizde bıraktığı izler var. Sözler bizi cesaretlendiriyor, pişman ettiriyor, hırslandırıyor, sakinleştiriyor, kızdırıyor, üzüyor, sevindiriyor, duygulandırıyor. Bir tür büyü gibi sözler. Yaşadığımız sürece karakterimizi şekillendiriyor. Bizi huylarımızdan vazgeçiriyor, yeni huylar edindiriyor. Düşünürken sözcüklerle düşünüyoruz. Anlatırken sözcükler kullanıyoruz.
Sözlerin ruhu var.
Bu sözün kesinlikle bir ruhu var.
_________________________________________________________________________________
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf için: muusensei