Epey haylaz bir çocuktum. Okulda, sokakta, sınıfta, evde rahat durmazdım. Şimdilerde bu tip çocuklara hiperaktif deyip davranışlarına yön vererek eğitmeye çalışıyorlar. Ama eskiden yaramaz deyip oturtmaya ve susturmaya çalışırlardı. Hayatında hocaları, ailesi, akrabaları, kısaca çevresindeki tüm büyükleri tarafından benim kadar suçlanan bir çocuk olmuş mudur bilmem. En azından ben görmedim. O kadar ki, evinde bir eşyasının kırık olduğunu fark eden komşumuz annemi arayıp, Mutlu bugün bizim eve hiç girmiş mi biliyor musun, diye sorduğu olmuştur (gerçek örnektir). Üzerimdeki suçlanma korkusu öyle bir duruma gelmişti ki, annem misafirleriyle konuşurken kötü bir olaydan bahsedilse benden bileceklerini zannederek odama kaçar, Beethoven dinlerdim.
Haylazlığımın, ya da bana ithaf edildiği sıfatla yaramazlığımın yanı sıra ders notları süper bir öğrenci de değildim. Bu da aile ve okul büyüklerim tarafından sevilmememin bir başka sebebiydi. Benden bir iki yaş küçük bir akrabam vardı, kız 10 alamayıp 9 aldığı için bühüüeeee diye göz yaşlarına boğulur, aman da ne şirinmiş, kıyamam da kıyamam falan diye herkesin sevgisini toplardı. Ben de özellikle on beşten önceki yaşlarımda sürekli olarak bunlarla kıyaslanmaya mahkum olurdum. Üniversiteye sınav kazanarak girip 3.67 not ile (4'lük sistemde) başarı bursu aldıktan sonra üstüne bir de yüksek lisansı tamamlayıp yüksek mühendis çıkınca, annem nihayet sorunun kendisi, hocalar ve başka çevresel etkenlerde olabileceğini kabullenir olmuştu.
Uzatmayayım, geleyim veli toplantılarına. Cem Yılmaz'ın filmlerinden birindeki espri ile ifade edecek olursam, öncesi ve sonrası itibarı ile veli toplantılarının benim için kurgusu şu şekildeydi:
Önce hocalar Mutlu'ya, sonra annesi Mutlu'ya, sonra herkes Mutlu'ya.
Annemin bir veli toplantısından dönüp de, filanca hoca senin hakkında şöyle güzel şeyler söyledi, dediğini hatırlamam. Hocalar sırayla benim için veryansın edermiş, annem de ağzını açıp, peki siz hocaları olarak bu durumu düzeltmek için ne yapıyorsunuz, diye sormazmış. Eve gelir hırsını benden çıkarırdı. Okulda da evde de beni savunan kimse olmayınca, dayanamayıp karşılık verme ihtiyacı duyar, hocalara bile diklendiğim olurdu. Bu sefer de, sen hocana karşı mı geliyorsun, niye söz dinlemiyorsun, seni disiplin kuruluna veririm, ceza yersen üniversitede yurtlara kabul edilmezsin, vb, tehditlerle susturulurdum. Tabi veli toplantıları sonrası bunlar da bana evde faiziyle geri dönerdi.
Sonraki senelerde memleket öyle bir hal aldı ki, veliler hocalara, o kadar para ödüyoruz siz ne işe yarıyorsunuz, diye hesap sorar oldular. Hocalar veliler karşısında ezilir oldu. Bu durumu savunacak değilim. İşin bu kadarı hayasızlık ve edepsizlikten başka bir şey değil ve geleceğin vasıfsız insanlarını yetiştiren sistemin altyapısını oluşturuyor. Bu tür insanlar, Hababam Sınıfı filminde Mahmut Hoca'nın "..benim kanımca tembel çocuk, hatalı çocuk yoktur. Hatalı ve suçlu ana baba vardır.." tiradından anlayacak insanlar da değildir. Ancak ben diğer şekilden çok çektim ve şimdi burada yazmayacağım şeyler yaşadım. Şu kadarını söyleyeyim, çocukken evde benim yediğim lafları AKP İnönü'ye söylememiştir. Okuldakiler evi bilmez, evdekiler okulu anlamazdı. Buluştukları ortak nokta suçlunun ben olduğum idi. Sanki herkes işinin ehli uzman doktor, ben de tedaviye cevap vermeyen hastaydım.
Bu konuda yazabileceğim çok şey var ama yazmaya kalksam buraya sığdıramam. Eksik nokta kalmasın desem, bir kitapta ancak toplayabilirim. Ve emin olun abartmıyorum. Bu yüzden ben esas konuya tekrar döneyim.

Her defasında bir öğrencinin veli ya da velileri ile baş başa olmak üzere öğretmenlerle odalarında onar dakikalık konuşmalar yapılıyordu. Bu şekilde oğlumun okuldaki durumu, davranışları, paylaşımı, katılımı gibi konularda bilgiler aldık. Olumsuz sayılabilecek konularda öğretmenlerin okul içinde neler yapıyor olduğunu öğrenmemizin yanı sıra bizim de ailesi olarak evde neler yapabileceğimizi sorguladık.
